Vasiyet

Aslında vasiyet yazmamam gerekiyor. Sebebi genç veya sağlıklı olmam değil. 

İşin aslı teknik olarak yaşıyor sayılmam. Kürdüm, anası babası kızılbaş bir dinsizim, komünistim. Hepsinden önemlisi yaşamayı seviyorum. Yani hakkımda "vur emri" verileli çok oluyor. Bu yanıyla geç kalmış bir vasiyet.

Dolaştığım sokaklarda ölümün sevimsizliği dolaşmaya başlayalı çok olmuş. Sekiz yaşımdayken Madımak'la tanıştım ölümün sevimsiz yüzüyle. En son birkaç sokak yukarımda Nuh Köklü'nün canını aldılar. Arasını saymaya kalksam burası elvermez. Evet, baya geç kalmış vasiyetim.

Neyse, uzatmayayım.

Miras bırakacak değerli veya işe yarar çok bir şeyim yok. Biraz kitap, bir gitar, bir dizüstü bilgisayar. İhtiyacı olanlar alır.

Mümkün olursa organlarımı başkasına verin. Kalanı kadavra yapın, gider ayak bir işe yarayayım.

Son olarak cenaze talimatnamesi.
Cenazemde dede, imam, papaz konuşturmayın, yanaştırmayın.
Nâzım Hikmet'i çok severim ama n'olur Güneşi İçenlerin Türküsü şiirini okumayın. Hatta şiir okumayın.
Bir de Monty Python'dan Always Look on the Bright Side of Life çalarsanız taş maş da istemez hani.

Geç gelen mağlubiyet

3 ayda bir yayımlanmayan Çün' derginin 2014 bahar sayısından...

* * *

Selahattin Pınar...
Boş sokaklar...


Beni de alın ne olur koynunuza hatıralar.


Gece yarısı kemerli pencereleriyle karanlık tiyatro binası önünde dumanı tüten yemek: Son parayla alınmış.
Sonra yine Selahattin Pınar...

Bir bahar akşamı rastladım bize
Keyifli bir telaş içindeymişiz
Yeşilmişiz, sazmışız...


Sonra yolda kusmuk, sonra mermer merdiven.
Sonra ağızlıklı, silindir, fabrikasyon sigara.
Sonra soğuk yatak.
Soğuk yatakta kısık sesli radyo.
Radyoda at yarışı müziği: Entres dos aguas.

Susadı, musluktan su içti. Sigara çekti canı, tüttürdü.
Canı başka şeyler de istedi.
Hepsini yapamadı.

Kahramanımız yaşlanmaya yüz tutmuş genç bir adamdı. Gördüğü tahsille yaptığı tahsilat arasında bir orantısızlık vardı. Aslında aradığı tahsilat ya da tahsil değildi. Darülfünunun ortalama bir bölümüne ortalama bir dereceyle girmiş, Yeditepe Üniversitesi’nde parasını basıp Mastır of Bızinıs Edministireyşın yapmıştı. Şimdi ortalama bir özel şirkette ortalama bir pozisyonda ortalama bir mayışla çalışıyordu.

Kahramanımız hürriyetine sevdalı bir bezgindi. O kadar bezgindi ki özgürlüğü için bir bedel ödemeyi aklına bile getirmemişti. Bu dertleriyle asabiyeye bile gitmiş ama tabip bulamadığı için geri eve dönmüştü.

Bu arada kahramanımızın bir kahraman olmadığını da belirtmek gerekir. Ucuzundan bile olsa bir kahraman olsa her şey daha değişik olabilirdi.

Kahramanımız kahraman olmasa da işe yaramaz diye yaftalanabilecek birisi değildi. Eli işe yatkındı. Misal kırsala bıraksanız kendine yetebilecek kadar tarım yapabilir; yakacağını dağdan getirebilir; inek sağıp, tavuk kesebilirdi. Tüfek verseniz çulluk bile avlayabilirdi belki.

Ama gelin görün ki şehirde işler böyle yürümüyordu. Yolsuz kalmakla yolsuzluk yapmak arasında bir çizgi yoktu onun için. Bir kahraman olmadığı gibi bir antikahraman da değildi. Bizim kahramanımız olmayı nasıl başardığı konusunda kendisinin de bir fikri yoktu. Ve de hiç olmayacak.

Sıradan geçen bir günün ardından sıradan kahraman soğuk yatağına uzandı. Sıradışı hayallere daldı. Rüyasında tanımadığı güzel bir kadınla sevişti. Onda bile erken boşaldı. Gerçi bunun dışında erken yapabildiği bir şey yoktu.

Yıllarca ne yaptıysa geç kalarak yaptı. Servise geç kaldı. Okula geç kaldı. İşe geç kaldı. Geç uyudu, geç uyandı. Geçip giderken şu evrenden, bir iz bırakmaya çabalamadı. Türüne özgü bir özellik olan şu dünyaya tohum bırakma arzusu da yoktu.

Ölümsüzlük gibi bir arayışta değildi. Beş gün sonra öleceğini bilse bir dakika hayıflanmazdı yapacağım çok şey vardı diye. Bu sebepten olsa gerek Azrail hiç fark etmedi onu.

İşte kahramanlık vasfı olmayan, o olmadığı gibi antikahraman da olmayan kahramanımızın kahramanımız olma sebebi budur.

Kahramanımız gelip geçtiği ama göçmediği dünyada hiçbir şeye etkisi olmadan yüzyıllardır yaşıyordu. Basit şeylere sevinse de genelde üzülmüyordu. Gamsızdı, en son ne zaman ağladığını bile hatırlamıyordu.

İşte bu tırt hikayenin zırt dediği nokta kahramanımızın ağlamasıdır.

Bir akşam evine giderken hiç sebep yokken salya sümük ağlamaya başladı, nefesi kesildi, olduğu yere yığıldı. Kahramanımız ömründe ilk defa Azrail’le karşılaştı. Soğuktu. Nefes alamıyordu. Gözünü zorlayarak bir daha bakmaya çalıştı Azrail’e, bakamadı. Bir gece önce eve giderken kusmuk gördüğü yere kapaklandı, kusacak gibi oldu, yüksek sesle böğürdü ama kusamadı.

Uğultular ve duman arasından bir şey şiddetle kolundan ve belinden kavrayıp sürüklemeye başladı. Gözünü açabildiğinde siyah kapşonun içinde kızıl maskesi ve kan çanağı göz yuvası içinde siyah gözbebeklerini gördü. Maskenin ardından gelen boğuk ses emretti: “Kapat gözlerini”. Zaten gözlerini tam olarak açabilmiş değildi. İtaat etti.

Kısa bir süre de olsa ölümü düşündü. Ölümün o kadar uzak olmadığını farketti. Korktu.

Az önce götü üçbuçuk atan kahramanımız yüzüne solüsyon sıkılırken ilk defa yaşamaktan bayağı keyif aldığını fark etti. Azrail kılıklı eylemci kahramınımızı ayağa kaldırdı. Kahramanımız yaşlı gözleriyle sokağın başından görünen TOMA’ya doğru “amına kodumun orospu çocukları” diye bağırdı. Küfürü üzerine üstüne yağan plastik mermilerden kaçarken korku yerini öfkeye bırakmıştı.

Kahramınımızın içtiği abı hayat biber gazıyla burnundan geldi. TOMA suyuyla ölümsüzlüğünden arındı ve sıradan bir insan olarak aramıza karıştı.

Ertesi gün geç uyandı, servisi kaçırdı. Normalde taksiye atlayıp işe yetişirdi ama yapmadı. Hastaneye gidip ishal oldum diye rapor istedi. Eczaneye uğrayıp Rennie Duo aldı. Karaköy’e gidip bir gaz maskesi ve güneş gözlüğü edindi.

Artık onun için dünya daha geçici ve eğlenceli bir yerdi...

Ctrl+S

Sana ne zamandır mayışsal çıkarımlar, mayışssal hikayeler anlatmıyordum mayışsever. Hüzünlü bir dönüş yapıyorum şimdi. 

İstediğin kadar hızlı çalış mayışsever, yaptığın işi kaydetmiyorsan kaplumbağanın donunda sallandırdığı tavşan gibi, benim gibi, kala kalırsın.
Yani mayışsever eksik bir ctrl+s hayatından saatlerini çalabilir.
Az önce benden çaldı. Yaklaşık dört saatimi. Ben ne yapıyorum? Üstüne bahşiş diye de bunu yazıp veriyorum şerefsize.

Dört saatin üzerine geçen bu kısa sürede şunu fark ettim: Hayatım da böyle benim anasını satayım. Bir sürü şey yapıp hiç kaydet tuşuna basmamışım. Şu saate kadar makineyi dağıtmadığım için önümde duruyorlar ama biliyorum gene basmayacağım crtl+s tuşlarına. Bile bile lades değil, öküz olmanın dayanılmaz hafifliği. Gocunmadan yaparım tekrar ne yaptıysam. Hem de öyle "daha iyisini yaparım" mottosuyla değil, mal gibi, öküz gibi birebir aynısını...

Pireli ülke

Türkiye hep mi bir şakaydı yoksa son 10 senede mi böyle oldu diye düşünürken Orhan Veli'nin Pireli Şiir'inin Ruhi Su ile buluşmasını dinledim. Kesmedi bir de Timur Selçuk'tan dinledim.

Bu ne acayip bilmece! 
Ne gündüz biter, ne gece. 
Kime söyleriz derdimizi; 
Ne hekim anlar, ne hoca.

Anlamak için çok kötü bir noktada sayılmayız aslında. Zira hepimiz hoca olamasak da belli bir hekimlik seviyesine ulaştık. En azından ilk yardım ve cilt hastalıklarında. Mecburiyetten. 

Ailenin, Özel Mülkiyetin, Devletin Kökeni'ni okuyalı yıllar oluyor. Aile ve özel mülkiyetle baya bir mesafem olsa da devleti ensemde hissediyorum. Saplık ve açlık alıştığım şeyler. Devlet dairelerine alışamadım. 

Kimi işinde gücünde, 
Kiminin donu yok kıçında. 
Ağız var, burun var, kulak var; 
Ama hepsi başka biçimde. 

Devlet erkanına da alışamadım. Ki meslekten ötürü her gün yüz yüze geliyorum. Göze göze geliyorum. Yeri geliyor bazılarının elinden mikrofonu alıp lades kemiği veriyorum. Örneğin Tayyip'i sadece ellerine bakarak tanıyabiliyorum.*

Kimi peygambere inanır; 
Kimi saat köstek donanır; 
Kimi kâtip olur, yazı yazar; 
Kimi sokaklarda dilenir. 

Ben yıl dönümlerini yakalayabilen bir adam değilim, Orhan Veli'nin geçmiş 100. yaşgününü anmak da böyle gecikmeli oldu. Tüm külliyatını okuduğum iki şairden biri Orhan Veli. Diğeri Ahmed Arif. Evet toplamda iki kitap yapıyor. Evet öküzüm. Ama hakkımı da yemeyeyim biraz rafine bir öküzüm. 

Neyse mayışsever, biz konumuza dönelim.

Konumuz ülkenin böcek familyalarıyla imtihanı. Orhan Veli ülkenin taze zamanlarında yaşadığından ve kendisi ince bir şair olduğundan ülkenin köpekleşmesinden değil pirelerinden bahsetmiş. 
Orhan Veli gittiğinden beri duble yollarda, otobanlarda köpekleştiğimizden böceklerin niteliği de bir hayli değişti. Kenelerden, sünelerden geçip uzay çağına girmemiz şerefine elektronik böceklere eriştik. Memleketi yönetenlerin ailelerinin ve özel mülkiyetlerinin kökenini bu sayede daha bi güzel kavradık. Bu arada devlet kökenlerinden iyice kopup bir hayli piçleşti. 

Bu düzen böyle mi gidecek? 
Pireler filleri yutacak; 
Yedi nüfuslu haneye 
Üç buçuk tayın yetecek? 

Orhan Veli gitti gideli pireler kendini çok geliştirdi. Sonraları hayatımıza tayın yerine beyaz ekmek girdi. Gerçi bir ara ona da bulaştılar ama o vitaminsiz besin öyle hayatımızdan bir anda çekilip alınamayacak kadar çok sevildi.

Karışık bir iş vesselâm. 
Deli dolu yazar kalem. 
Yazdığı da ne? Bir sürü
İpe sapa gelmez kelâm 

Kalemlerin, klavyelerin, spreylerin ve markörlerin deli dolu yazdığı; milli birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacımız olan şu günlerde Orhan Veli'ye kendi meşrebimce bir teşekkür ederken sözlerimi Halim Şefik Güzelson'un (Onun da tüm külliyatını -1 kitap- okumuşum bu arada) Orhan Veli için yazdığı şiirle bitiriyorum...

Morgda açılınca kafatası
Doktor beyler beyin gördüler
İndirince tenkafesine neşteri
Doktor beyler yürek gördüler
Yürekte ne gördüler dersiniz
Yürekte memleket gördüler
Dünya gördüler
Bir de dost gördüler
Ama bu işte doktor beyler
Doğrusu geç kaldılar
Çok geç kaldılar

(*) Mesleğim meclis çaycılığı veya manikürcülüğü değil grafikerlik. 


Süne ile mücadele

Yıllardır biber gazı hariç ağlamıyordum. Gezi Parkı'na yolum düştü. Son uğrayışlarımdan hiçbirinde ağlamadan ayrılmamıştım buradan. Hep biber gazından. Ama şu anda biber gazı olmamasına rağmen gözyaşlarım akıyor. Yani neredeyse... 
Yani benim güzel ülkem, bir çiçeği düşünürken ürpermek var. 

Sırılsıklam olmama rağmen üşümediğim bu yerden bir bahar akşamı donmuş bir şekilde evime dönüyorum. Bu gece Gezi'de kalsam arzusu yok değil. Ama gerçekçi değil Haziran kadar... 
Ve benim güzel ülkem, Gezi'yi de direnişi de delicesine seviyorum. Direnişi seviyorum seninle birlikte...

Kafamı kağıda gömmüşken bir biber gazı kapsülü geliyor döne döne. Tanımadığım insanlar damacanaya sokuyor kapsülü aceleyle. Gözyaşlarım acıtmıyor artık; salya sümüğün arkasında yayvan suratımda bir gülümseme, büyük bir gülümseme... 

İşte o gülümseme kadar özledim seni... 
O gözyaşı kadar. Gözyaşlarının ezemediği gülümsememiz; işte o gülümseme altında ezilecek sünelerimiz...

Bu incecik bir veda havasıdır...

Vakit tamam, seni terkediyorum
Bütün alışkanlıklardan öteye...

2003'te kayıt olduğum üniversiteden geçen hafta mezun oldum.
2 kampüs, 2 fakülte, 3 rektör, bir o kadar dekan, bölüm başkanı, yüzlerce sınav, binlerce tabldot vs.

Yorumsuz bir hayatı seçiyorum...
Doymadım inan, kanmadım akbile...

Okul serbest bir biçimde uzama eğilimine girdiğinde ameleliğe direnmeden, beyaz yakalı bir ses emekçisi (çağrı merkezi müşteri temsilcisi) olmuştum. Yakamda şirket kimliği, cüzdanımda öğrenci pasosu. Yıllık izinlerin geçtiği kantin dipleri, kampüs köşeleri, sınav dehlizleri...

Ellerim kurtulacak ellerinden...

Ses emekçiliğini okul bitene kadar yapma niyetindeydim ki bir baktım iki sene geçmiş. Dedim oğlum kaç buradan, bu okulun biteceği yok. Tabi tazminatsız kaçmak olmaz. Müdür tazminatı vermeme, ben bırakmama inadı sergileyince dört aylık bir kara delik oluştu iş yerinde. Hemoroidler, üst solunum yolları enfeksiyonları, akut gastroenteritler havada uçuştu. Raporların biri bitmeden biri başlıyordu. Baktılar benim mikroplarım ve mikropluklarımla başedemeyecekler. Pes ettiler. Ben kazandım.

Aşksa bitti, gülse hiç dermedik...

İşsizlik maaşı, işkur kursu, part taym iş, fûl taym iş, anketörlük, kobaylık, friğlenslik derken sınav zamanları gene boğuntuya geldi. Bitmedi okul. Ama olsun akbilim cebimde. 

Bul kendini kuytularda hadi dal...

Bu sefer can sıkıntısından okulu bitirmeye niyetlendim. Yani niyetlendim dediysem de öyle derse falan girdiğimi sanmayın. Sınavlara ders başına bir saat daha fazla çalışmışımdır en fazla. 10,5 yıllık öğrencilik hayatımda kendimi en fazla öğrenci hissettiğim dönemdi fakat bir yandan öğrenciler abi demeye, koridorda hoca sanmaya başlamıştı. Yani anlayacağınız, öğrenciliğin tadını adam gibi çıkaramadım hiç. Olsun ama, akbilim cebimde (hem artık butonlusundan da değil, akıllı kart).

Seninle bir bütün olabilirdik...

O sene de bitmedi okul, sonraki sene de...
Amelelik en uzunu üç ay süren yeni işlerle devam etti ama.
Akbil cebimde...

Hoşça kal canımın içi hoşça kal...

Derken bir gün bir arkadaşım akbilimi istedi, verdim. Ertesi gün evde unuttu. 
İki gün sonra getirdi ama vermeyi unuttu.
Beş gün sonra vermeyi hatırladı ama getirmeyi unuttu.
Sekiz gün sonra hem getirmeyi hem de vermeyi hatırladı ama kartı bulamadı.
22 yıllık öğrencilik hayatımda ilk defa akbilim kayboldu.

Hoşça kal gözümün nuru hoşça kal...

Yeni akbil vermediler...
Son sınavıma giderken bastığım akbilin melodisi indirimli değildi.
Mezun oldum.
Tam akbilin o uğursuz sesi çınladı kulaklarımda.

İşte bir sabah, uyandığımda...

Hiç hesapta yoktu. 
Kalabalık arasında gidip gelenler birbirine çok benziyordu. Bu kadar kalabalık olmalarına rağmen bir sıkışıklık yaşanmıyordu. Yine bu kadar geniş bir alana bu kadar homojen yayılmaları da takdire şayandı doğrusu; yalnızca alanın ortasında dikkatli bakınca ufak bir seyrelme görünüyordu. O da böyle bir alandaki kalabalık düşünüldüğünde ihmal edilebilir bir şeydi.
Böyle bir organizasyonla toplanan kalabalığın talepkâr olmaması benim için de ayrı bir güzellik doğrusu. Temel ihtiyaçlarını karşıladığım ölçüde bana hiçbir zorluk çıkarmadılar, kendilerine teşekkürü borç bilirim.
Bir sabah bu tek düze, homojen kalabalığın ortasında bir tanesi -hem de hiçbir şey yapmayarak- gözüme çarptı. Önce inkar etmeyi denedim, sabah sersemliğiyle öyle gördüğüm konusunda kendimi ikna etmeye çalıştım. Elimi yüzümü yıkadım bir daha baktım; kalabalığın içinde biraz göz gezdirince aynı yerde olduğunu farkettim. Herhangi bir ışık yansıması olabilir diye farklı açılardan baktım; belli belirsiz görünüyordu her açıdan. Bu kadar çabaya rağmen kendime güvenmeyip en yakınımdakine sordum, üstün körü bir baktı ve ihtimalin düşüklüğünden olsa gerek "yok abi sana öyle gelmiş" ışık falan yansımıştır dedi. Ama o oradaydı; hareketsiz, ağır başlı...

Sayısını belki de milyonlarla ifade edebileceğim kalabalık içerisinde bir tanesinin varlığının bu kadar etkili olması bir yandan hoşuma giderken bir yandan da ürktüyordu. Ben onun safında değildim ama o tek başına milyonlara kafa tutacak, kısa zamanda kendisine arkadaşlar bulacak, alanı seyreltip seyreltemeyeceğinden bağımsız olarak kalabalığa rengini çalacaktı. Bu devasa karşı karşıya gelişte, sonucu bilmeme ve bu gerçekleşme ihtimali kuvvetli sonucu hiç sevmememe rağmen bir tavır almadım. Halbuki onu onu görür görmez, etrafında birkaç masumu da harcamak pahasına, alandan atabilirdim. Faydası olmayacaktı. 
Belki ikimiz de boyun eğmeyecektik ama galip o olacaktı. 

Hayatımda ilk defa bir savaştan kaçtım, boyu bir santimetreyi geçmeyen beyaz bir saç telinden korktum, ona boyun eğdim...

Bir babası kılıklının babasına diyemedikleri

Oğlan dayıya, kız halaya çeker derler, inanmam ben buna.
Kız anneye, oğlan da babaya çeker bence, kaçınılmaz bir son gibi bu. Anne ve babasıyla geçinemeyenlerin ileride geçimsiz bireylere dönüşmesi belki bunla alakalıdır. 
Ben de tahminimce babama çektim, kendisiyle zaman zaman geçimsizliklerim olsa da hiç şikayetçi olduğum bir durum değil bu. 
Babamı seviyorum, bir oğulun ve babanın birbirine sevgilerini ifade etmesinin zorlukları da var elbet. Kafanı annenin göğsüne yaslamak gibi kolay bir ifadesi yok bunun, hele bir de yaş ilerlediyse.
Babamı çok seviyorum, bu böyle bilinsin.

İçmeyi sevmez kendisi, karşılıklı iki tek atmışlığımız yoktur mesela. Hiç sarhoş görmedim kendisini. Karşılıklı sarhoş olsak çok eğlenirdik halbuki. 

Babamı çok karıştırmam hayatıma -ki bu huy bana kendisinden mirastır- o şikayet eder bundan. Nasihatler bir kulağımdan girmez bile. Öyle de "bu çocuk kime çekti"yimdir onun gözünde. 
Babama çektim bence, hık deyip burnundan düşmüş sayılmam ama dayıma çekmiş olmam mümkün değil. Ki o tez 20 tane yeğeni olan dayılarım için baştan ampirik olarak yalanlanmış durumda zaten.
Babama çekmişliğimin her tarafı sevimli bir şey de denemez. Ön yargılı, ön kabullü bir adamım sonuçta ama güzel yanı bunları kısmen sağlıklı neden sonuç dizgesi içine yerleştirebilmiş olmam, babam gibi...

Baba oğul ilişkisinin içerdiği duygusuzluk nedeniyle adam gibi kendisine ifade edemesem de ben babamı seviyorum.
İşin pis tarafı benimle gurur duyması için kendisine çok az sebep sundum. Bir üniversiteyi kazandığımda gururlanmıştı adam, on senedir başka bir sebep veremedim. Mezuniyet ise on yılın ardından çok gurur duyulabilir bir şey olmayacak gibi.
Bir de çok kısık sesle ifade etse de komünist olmamdan gurur duyuyor. Örgütlendiğimde kavgalarımız olsa da birkaç sene sonra "seni ben komünist yetiştirdim" seviyesine gelmişti. Bana kalırsa da öyle fakat abimle ablamı niye komünist olarak yetiştirmedi diye merak da etmiyor değilim. O da babamın kendi çelişkisi olsun, yüzde 33 de olsa bir başarı mevcut... Gerçi mezuniyet ve torun gibi unsurlarda benden daha başarılılar. Adam herhalde işbölümü yaptı aramızda, kim bilir? 
Nihai olarak ben halimden memnunum. Teşekkürler baba... 

Ali

Zaman çok yavşak bir şey. Zaman, zaman zaman bir kertenkele gibi izini bile takip edemeyeceğiniz bir aceleyle geçer, bazen de koala gibi saatlerce mal mal yüzünüze bakar.

Bir de hafızayı siler, unutmamak çaba ister...

Bir satır yarası var omuzumda, 7 sene olmuş açılalı. Bir iki sene öncesine kadar ara sıra kaşınır kendisini hatırlatırdı, şimdi sadece tesadüfen elim değdiğinde hatırlarım. 

Siyasal kimliğimin ufak bir vesikasıdır bende. Bir okul çıkışı pusuda yatan faşistlerin işi. İşte zamanın kertenkeleliği tutmuştu o zaman, ne kadar sürdüğü konusunda net bir fikrim olmadı hiç. Belki Ali İsmail'in şiddete maruz kaldığı kadar bir süre, belki de epi topu 30 saniye. Sonra karakol, sonra hastane, sonra karakol sonra ev, sonra karakol, sonra adliye. Bulunmadı elemanlar...

O gün bana saldıranların hiç birinin yüzü yok şu anda zihnimde. Öfke bile kalmadı gibi. Zaman iyi bir leke çıkarıcı. 

Şimdi biz Ali'ye saldıran, yüzünü net göremediğimiz, meslekleriyle andığımız bir takım kişilere bileniyoruz. Ali yaşasaydı kim bilir, bir iki seneye hatırlamayacaktı hiç birisinin yüzünü, öfke bile duymayacaktı belki. 

İzlememek için bir miktar dirensem de nihayetinde baktım Ali'nin son görüntülerine. Görüntüleri izleyince 7 yıl öncesi geldi aklıma, yüzler hâlâ kayıp...
Karakol, hastane, karakol, adliye falan filan... Belki ihtimal dahilindeydi üç gün sonra komaya girmek, çıkamamak...

Ve ihtimal, bana saldıran elemanların akşamında gidip arkadaşlarına gülerek anlatması. Ve ihtimal, Ali komadayken, ismini yüzünü bilmediğimiz çeşitli meslek erbabından kişilerin dua etmesi, ölmesin Ali diye. Pişmanlıklarından değil korkularından. 

Ali'nin görüntülerini izleyince kaşındı yaram...
Bazılarının yüzleri seçilmiyor.  "İşi zamana bırak" dediğimi sanmayın ama hepsini görsem de zaman o lekeleri de söküp atar, biz onları söküp atamasak da zaman yapar. O silinmenin şekli ve içeriği bizim zamanla olan yarışımıza kaldı artık.

Fakat, Ali'nin gülüşü hep kalacak baş köşede, tertemiz, birazı bizim gülüşlerimizde...

Vatan yahut Gezi Parkı

Bir insanın vatanı çocukluğudur.
Büyük ihtimalle bir yerlerden duydum bu sözü. Eğer başkası daha önce söylemediyse baya sağlam bir söz söylemişim bence. (gugıldan baktım, söylemişler...)

Nereden çıktı diyeceksiniz, geçen gece eve doğru yürürken, sokağın birinde bir evden gelen yüksek seviyedeki televizyon sesi götürdü beni vatanıma. İzlenen film neydi bir fikrim yok, Türkçe dublajlı bir yabancı filmdi. Şimdi diyeceksiniz ki "bilmediğin bir film nasıl götürdü seni çocukluğuna?" Şöyle oldu: Çocukluğumun geçtiği yerde açık hava sineması vardı. Türkçe dublajlı yabancı filmlerin boğuk sesi evimize kadar gelirdi. Gerçi evde çok durmazdık ama olsun, ses yine de gelirdi.

Vatan özlemi dediğimiz şey çocukluk olunca böyle kıldan, tüyden şeyler depreştiriyor haliyle. Bu özlem yüzünden 10'ar yıllık periyodlarla "80'ler ne güzeldi", "90'lar ne güzeldi" gibi vatan özlemini sömüren geyikler hep devam ediyor.

Vatanıma gelince, oldukça şanslı bir çocuktum ben, vatanım güzeldi.

Fakat benden çok çok daha şanslı çocuklar var: Direniş zamanı Gezi Parkı'nda olan çocuklar onlar.

Onlar slogan duyduklarında, direniş şarkıları dinlediklerinde, biber gazı soluduklarında, karşılıksız bir şey paylaşıldığı gördüklerinde vatanlarını hatırlayacaklar.

Neyse dostlarım, yaşlanıyoruz. Hiçbirimiz vatanımıza tekrar dönemeyeceğiz büyük ihtimalle. Gidebilsek ne güzel olurdu ama... Olur mu ki?

Olmaz. Ama bir ihtimal daha var. Belki başka vatanlara gideriz. O başka vatan Gezi günleri gibi bir şeye denk gelirse tadından yenmez. Hele öyle günlerde açık hava sineması, gazoz ve çekirdek olursa çocukluğumu özlemem bile...